26 Eylül 2015 Cumartesi

G iri ş İm Ci

Şu hayatta olmak istediğim çok şey vardı. Hatta bir kere polis bile olmak istemiştim. Sene 2007 Bodrum'dayız. Ben kız kardeşim ve onun erkek arkadaşı var. 4 senelik ilişkim yeni bitmiş. Güya kafa dağıtacağım. Nasıl içmişim belli değil. Ki normalde gerçekten içmez, içenden de hazzetmezdim. Neyse kafa bi dünya. Cami avlusuna kustum. O esnada polis memuru halime acımış, hortumla su tutmakta. Kendisine "Sizin de işiniz çok zor polis abi. İnan ben de polis olmak isterdim. Çok ulvi bir görev. Allah razı olsun senden" diyiverdim. Kardeşimin çıkışını unutamıyorum "Abla olmak istemediğin bi bu kalmıştı"

Demek 2007 yılından belliymiş.. Sonradan ben hakikaten o kadar çok şey olmaya çalıştım ki saymak istemiyorum. Fakat zaman içinde olmak istediğim şeyler azaldı, azaldı. 3'e düştü. Biri girişimcilik, ikincisi yönetmenlik ve üçüncüsü de profesörlük.

Yönetmen olunmaz, doğulur derler. Haklılar. Çok denedim. Kısa reklamlar çektim, yarışmalara katıldım. Bazılarında ödül bile aldım ama istediğim başarıyı maalesef yakalayamadım. Çok kısa süre önce büyük bir hayal kırıklığına uğradım, deyiverip burada yönetmenlik mevzuunu kapatayım.

Profesörlük konusunda pek ısrarcı olmadım. Bir iki denemem oldu. ama getirisi götürüsünden çok fazla. Hem Türkiye'de nereye Prof. oluyorsun.. E İstanbul'u da sonsuza kadar ayrılamayacak kadar çok seviyorum. Bu nedenle bu mevzuyu da kapatıyorum.

Geldik girişimcilik serüvenime. İlk kez 2010 yılında denedim. Nasıl safmışım, nasıl masummuşum belli değil. Dizidensectim.com diye bir e-ticaret girişimi yapmaya çalıştım. İlk kez kendimi bu kadar önemli hissettim, herkes bana gıpta ile bakıyordu. Ortalıkta o kadar çok başarı hikayesi dolaşıyordu ki sanki güzel bi fikri, iyi cvsi ve cesareti olan herkes girişimci olabilir gibi bir izlenim yaratılmıştı. Bu nedenle benim de başarılı olacağımdan gerçekten korkan "arkadaş"larım olduğunu söylemeliyim. Ben onların gözündeki korkuyu gördükçe gaza geldim tabi. Doğru yolda olduğumu düşündüm. Bele kuvvet bir sene kovaladım da kovaladım.  Run Gözde Run!

Ben son sürat koşarken bazı bazı yavaşlamam için uyaranlar da oldu. Duymazlıktan geldim. Beni ödülden etmeye çalışan kıskanç tiplerdi onlar. Koştukça onlardan uzaklaştım, seslerini hiç işitmeyecek kadar uzaklaştım. En sonunda yarış bitti. Şimdi bir sonraki parkura geçebilecektim. Ödül töreninde bir melek yatırımcı altın madalyonla gülümseyerek yanıma kadar geldi, geldi ve kulağıma eğilerek : "engelleri unuttun" dedikten sonra madalyonu arkadan gelene takıverdi. Ve böylece pes ettim.

Fakat şimdi, tekrar, aklıma yeni bir fikir düştüğünden beri güneş daha sarı, çimen daha yeşil, inanmazsın imamın sesi bile en az 4,5 oktav.

Bazı şeyler insanın elinde değil tabi. Bu sefer yapması kolay ama satması zor bir şey üzerinde çalışmaya başladım. Kendisi bir application. Aslında hayatta ne kadar da her şeyi sistematikleştirmekten zevk alıyor olsam da henüz bir programlama dilini öğrenmemiş olmamı daha da saçma bulmamı sağlayan bir bebek. Bebeğim.

Bir sene önce aklıma gelmişti. Bu vesile ile ilk kez mockup'ın ne olduğunu öğrenmiştim. Zaten halihazırda bir yazılım firmasında çalışıyordum. Ürün yöneticisi arkadaşım İsmail sayesinde bir kaç şey karalamıştım.

Ama bir şeyler eksikti. Şimdi tamam. En azından kafada net...ti

Neyse mockuplarımı yeniledim. İlk girişimimde bana "engel var" diye bağıran arkadaşımdan Deniz'i aradım. Çok zor beğenir. Ama bu sefer beğendi sanki. Yalnız tabi ki bir takım eksikler buldu. 0. gün müymüş neymiş. Öyle bir şey varmış. Ondan bahsetti. Yani dedi şimdi sen yaptın bu application'u biri de rastgele görüverdi. Install ediverdi. Ne yapacak? Henüz app içinde hiç arkadaşı yokken ne yapacak? Bunun cevabını vermen şart.

İşte bu ara bunun cevabını arıyorum. Ha bi de macbook pro alıcam. App yazabilmek için. Bu fikir için kullanmasam da en kötü bir sonraki fikrimde kimseye ihtiyaç duymam..

Girişimin detaylarından sonra bahsedeyim.

Esenkalın!



26 Aralık 2014 Cuma

Dress Normal ( Normal Giyin! )

Dress Normal ! ( Normal Giyin!)

"Dress Normal" Gap'ın son sloganı.. Bu sloganı görmeyen kalmasın diye sprey boyayla şehrin duvarlarına yazmak, broşür yapıp Taksim'de dağıtmak, en olmadı dağa taşa kazımak istiyorum.

"Dress Normal" kampanyasının fotoğraflarından


Tamam tamam senin bedenin senin kararın. Yeter artık! Kadının ne giydiğinin bu kadar gündemde olduğu bir başka coğrafya daha yok! Nıç nıç.. Yazık bu kadınlara, ah vah tüh...

... de senin gibiler farkında ol ya da olma standartlar, ortalamalar, kategoriler, daha iyiler, daha kötüler inşaa ediyorsunuz.

Örneğin,

Yoğurt almaya giderken iliksiz 45 dakika harcayan 25'inden gün almış "bakımlı" kız! Senin hiç derdin mi yok? Hayata dair kaygın mı yok? Hadi onları geçtim ç.k kadar özgüvenin de mi yok?

25'inden gün almış dedim çünkü o yaşın altındakinin bu düzene kanmasını, ergenlik heyecanlarını, tavan yapan hormonlarını falan doğal karşılayabilirim..

Geri kalanlar için:

Nedir bu sizi birer (fonksiyonel olmayıp estetik kaygılarla alınan) ev dekorasyonu aksesuarına çeviren şey? Evet memeli dilsiz uşaklar! Lafım size... Ben çoğu kadın hakları savunucusunun yaptığı gibi suçu sadece erkeklere, sisteme,  ruj lobisine falan yıkmıyorum. Kusura bakmayın ama yıkamıyorum da.. Beynin var, zihnin var, e gözün kulağın da var (bu son ikisinden biri de yeter)... "İşte koca dayağı yiyen kadınlar hep böyle ruj bağımlısı oluyor. Koca, ruj lobisinin dikte ettiği gibi kadının kafasının hep aynı bölgesine çalışıyor. Bu da z76 hormonunu aktive ediyor. Böbrek üssü bezinden salgılanan bu hormon dudak kuruluğu yapıyor ve kadın ruja bağımlı oluyor." şeklinde bir mantık silsilesi ile kurgulanmış argümanlarla karşımda duranlar olacaktır..  Tamam hiç bir koca karısını dövmesin ama kimse gerzekleşmesinin sorumluluğunu başka kişi ve olgulara yıkmasın. Çünkü bu gerzekleşmenin suçunu kadından alıp başka şeylere yüklemeye devam ettiğimiz sürece kadın hep edilgen olacak, sorumluluk almayacaktır. Kadını kadına rağmen savunmak hem çok yorucu hem de saçma. Daha önce Anadolulu kadının hakkını savunurken bizzat Anadolulu kadın tarafından itin g.tüne sokulduğum oldu. Çok yaralayıcı ve ilginç bir hikayedir, belki sonra değinirim. Sonuç olarak kadınları desteksiz desteklemeye karşıyım.

Standart demiştik ya...  Hakikaten öyle 3-5 tane de olmadıkları için ben bunların memeli dilsiz uşak olma sevdası yüzünden bi kot bi t-shirt gezdiğimde "bakımsız" addediliyorum.. Çünkü "normal"e karar verirken illa ki çoğunluğu referans alırsınız. Her konuda öyle yaparsınız.. Birbirimizi kandırmayalım..  Bana bakımsız sıfatını universite için İstanbul'a gelmiş puanı ancak sikindirik bir özel okula yetmiş peugeot 206'sını Benzin'in önüne çekerek piyasa yapan babası muhtemelen müteahhit Rizeli İsmail dese çok afedersiniz gılırımda olmaz ama bunu bana Türkiye'nin ekol okullarının birinden mezun olmuş, annesi babası üniversite yüzü görmüş, bir bagımsız film yonetmeninin işini ayırt edecek derecede "entellektüel" adamlar söylüyor yahu...

Kıyafet almaya giderken şık giyinmek çok manasız mesela. Şık şeyler genelde giyip çıkartması zahmetli şeyler. Bu nedenle kırk yılın başı kıyafet alacaksam altıma geçiriyorum eşofmanımı, üzerine de elime geçirdiğim neyse giyinip çıkıyorum sokağa. Fakat mağaza kapısından girerken özellikle mağaza görevlileri öyle süzüyorlar ki Amerika'da belediye'nin verdiği yemek ticketini kullanmaya Starbucks'a gelmiş homeless'a öyle bakmıyorlar yeminlen. Ah diyorum bu nasıl bir kader... Kapitalizmin en favori sektöründe proletarya olmak... Ve buna rağmen insanları sadece kıyafetleriyle değerlendirebilecek kadar kendinden bihaber olmak... Şu fani dünyada kıyafetin üşümemek için icad olduğunu hatırlayan kaç kişi kaldı acaba...

Paradan başka şeyi sembolize eden kıyafetlere karşı hiç bir sıkıntım yok gerçi. Hoş kişinin safını kıçındaki şortla değil de ağzıyla belli etmesini tercih ederim. İkisini birden yapabiliyosa tadından yenmez o ayrı.

Aslında bu kadar ağır eleştirmemin sebebi eskiden gerçek bir tiki olmam. O zamanlar bütün hayatımı güzel olmak ekseninde şekillendirdiğim ve geri kalan her şeyi teferruat olarak addettiğim için kendime çok kızıyorum. Hoş benim tikiliğim geleceğimi kendi çapımda garantiledikten sonra başladı. İnsanların makine mühendisliğinde okuyorum dediğimde yüzlerinin aldığı şekli görmeye bayılıyordum. O zamanki "vizyonuma" göre bulunmaz hint kumaşıydım. Sıradan giyinen bütün kızların beni kıskandığını düşünüyordum. Bunun için ciddi anlamda haklı sebeplerim de vardı. O yaşlarda erkekler nasıl göründüğünüze her şeyden daha fazla önem veriyor ve bir ortama girdiğimde mutlaka birisi benden hoşlandığını belli ediyordu. Ben de bu yüzden öyle şımarıktım ki o zamanki erkek arkadaşım Jesus olsa çektiği çileyi anlatmak için İncil'i baştan yazması gerekir.

Tam olarak ne zaman şık olmak zorunda olmadığıma karar verdiğimi hatırlamıyorum. Makyaj yapmaya veya iyi giyinmeye başladığınızda etrafınızda bir beklenti oluşturuyorsunuz. Gösterilen ilgi ve alaka sizi kendine her geçen gün daha da bağlıyor. O ilgiye resmen bağımlı oluyorsunuz. Kendinizden güzel başka bir kadına tahammül bile edemiyorsunuz. Barbara Streisand'ın bir filminde vardı. Barbara evin çirkin kızıdır. Ablası da buna inat okulun en güzel ve gözde kızlarındandır, cheerleaderdır falan klasik. Bunlar 40 lı yaşlarına gelirler. Barbara şuan hatırlayamadığım bir sebepten kimlik bunalımına girer ve bakımlı olmaya karar verir. Artık güzel kıyafetler, pahalı mücevherler giymektedir ve her gün kuaför yüzü görmektedir. Bunu fark eden ablası ilk kez samimi bir uyarıda bulunur kendisine: "Bir ortama girdiğinde senden daha güzel olan her kadın için üzülmeye hazır mısın?" minvalinde bir cümle kuırar. O cümle beni çok etkilemişti mesela. Hayatımda bir dönüm noktası olmadı ama 40 yaşıma geldiğim zaman benden güzel çok daha fazla kadın görebilme ihtimali beni de hüzünlendirmişti. Ve Ajda Pekkan değilsem bir ortamda benden güzel kadın görmem çok olasıydı. Güzellik konusundaki bir diğer farkındalığımı da Rosanne dizisindeki bir replikte kazanmıştım. Normalde her sahnede tipik bir ev hanımı gibi takılan kilolu ve esprili kadın Rosanne nasıl olduysa bir bölümde kuaföre gidiyor. Makyaj ve saç yapıldıktan sonra kendini aynada gören Rosanne'nin o repliği aklımdan hiç çıkmaz: "Wowww artık zeki olmak zorunda değilim"

Uzun lafın kısası lütfen silkinin ve kendinize gelin! O rahatsız ama şık elbiseyi almaya ya da silikon yaptırmaya hür iradenizle karar verdiğinize emin misiniz?

Çeviri: Yarın kadınlar uyandığında vücutlarından memnun olduklarına karar verirse kaç tane endüstrinin iflas edebileceğini düşünebiliyor musun?




16 Aralık 2014 Salı

Yavaş Yürüyeyim De Zengin Sansınlar

Geçtiğimiz yıllarda bir habere denk gelmiş, dumura uğramıştım. Google ile giriştiğim bir kaç başarısız aramadan sonra bu haberi bu yazı için tekrar bulmayı başardım.  İşte burda


Neden dumura uğradığımı anlayamayanlar, anlamamazlıktan gelmek isteyenler olacaktır. Halinden memnun yakası beyaz bir grup köle gerisini okumasın zaten. Saygılar efem.

Geri kalanlar için başlıyorum. Son zamanlarda sabah işe gidiş saatleri içinde çok sık metroya binmek durumunda kaldım ve şundan emin oldum: Bizim gıpta ile baktığımız, teknolojisine falan özendiğimiz, senaryosunu öve öve bitiremediğimiz film World War Z'nin yegane ilham kaynağı Hacıosman-Yenikapı metrosu ahalisidir. İnanmıyorsanız fragmandan aldığım şu görsele dikkatlice bakın. Filmin sanat yönetmeni belli ki aslına sadık kalmak istemiş. Ben bir kaç tane zombiyi tanıdım bile. 



Şimdi sıkı durun! Daha önceki zombi filmlerinde hiç yapılmamış olan, zombilerin birbirinin üstüne çıkmak suretiyle ters bir huniyi andıran bu figürün tasarlanmasından tam 10 ay önce görüntü yönetmeni Ben Seresin Levent metrosunun çıkışında görüntülendi. Yukarıdaki figüre iyi bakın. Neye benzetiyorsunuz? Biraz yardım edeyim. Metrodan inersiniz ve yürüyen merdivene giden akıntıya kapılıverirsiniz. Merdivenlerin ucunda ise müthiş bir kalabalık bekliyordur sizi. Çünkü "yürüyen merdiven yürüyor ben neden yürüyeyim?" mantığını benimseyen bir güruh yürüyen merdivenin sağ tarafında bir basamakta 20 saniye durabilmek için orada kümeleşirler. İşte o kümeleşmenin en arkasından yukarı doğru bakın. Şimdi benzettiniz değil mi?

Bir başka ipucu da daha önceki zombi filmlerindeki zombiler ile World War Z'deki zombilerin arasındaki hız farkı. Normal zombi filmlerinde zombilerin ayaklarını süre süre yürümelerini fırsat bilerek; harabeye dönmüş marketlerden, benzincilerden falan erzak toplayabilen insanların World War Z'de maalesef pek şansları yok. Tazı gibiler mübarek... Tıpkı kapı kapanmadan hemen önce içinde 2 kiloluk lap top da dahil olmak üzere bir çok gerekli gereksiz metayı barındıran çantasıyla vagona atlayan 45 yaşındaki kurumsal iletişim direktörü Necla Hanım gibi... 

Peki neden başka metro hattından değil de Hacıosman-Yenikapı metrosundan ilham alındığını düşünüyorum? Bilindiği gibi filmde sadece Hindu ya da Çinli değil yeri geliyor Avrupalı bile zombiye dönüşüyor. O yüzden üst üste çıkabiliyor, ağızlarından tükürükler saçarak üzerinize gelebiliyorlar. Öyle olunca siz bu durumu normal karşılıyorsunuz... Çünkü zombi dediğin tam da bunu yapar. Isırılana kadar avrupalı avrupalıdır, kibardır, mantıklıdır, saygılıdır. Isırıktan sonra zombileşir. Tıpkı metro durağına yaklaşan döpiyesli kurumsal çalışan ya da mühendislik okuyan iyi aile çocuğu gibi... Diğer metroların bulunduğu güzergahlarda böyle bir davranış değişimine rastlanmıyor. Mesela Bağcılar ya da Esenler duraklarında insanlar yukarıda ne ise aşağıda da o..

Neyse bu kadar geyik yeter.. Diyeceğim o ki:İşte bunlar hep kapitalizm. Ben mi? Ben hep yavaş yürüyorum... Zenginlikten değil, anarşistlikten.